YAŞAMA YÖN VEREN BİR EDİM OLARAK KARAR
Hiçbir güç, insanı dünyanın özünden gelen acılardan koruyamaz; fakat insanı, kendi eliyle yarattığı acılardan koruyacak en büyük güç sanattır.
Oldukça basit bir edim gibi görünüyor karar verme. Bu yüzden yaşantılarla çelişkisini iliklerimizde hissetmeksizin, yalnızca sıradan bir edim olarak gördüğümüz ya da bir kavram olarak hakkında konuştuğumuz sürece, büyük çoğunluğumuz, karar vermenin anlık bir “evet” ya da “hayır” olduğunu düşünür. Bunu, bir olay, olgu ya da durum karşısında kalmadığımız müddetçe, kendimizle ilgisinde düşündüğümüz gibi, başka bir insanın belirli bir durumda yaşadığı derin çelişkiler için de düşünürüz. Oysa hiç de basit bir edim değildir karar… İçinde sayısız eylem taşır, sayısız mutluluk, huzur, keder ve ölüm… Başkalarının hayatları da var kararlarımızın içinde. Yazık ki insan miyop bir zihin ve iki eksik gören gözle yaşamaya alışkındır. Değil mi ki her şey yalın bir kararla başlar. Kâinat bile bir “kutsal kararın” sonucu değil midir?
Geriye bakmak her zaman kolaydır. “O basit kararı nasıl verememişim”, “yapılması gereken şey ne kadar da açıkmış”, “oysa yapmam gereken ortadaymış.” Bu hayıflanmalar bir eksikliğin tamamlanmış oluğuna dair birer belirti olmayabilir. Geçmişi yargılayan bilinçle de eskisi kadar bocalayabilir insan. Üstelik aynı gözü-toklukla geleceğe da bakar. Bir erken “bilgelik” konuşur, hayatın üstünde bir “bilgelik…” “Şu türden bir olay yaşasam, şu şekilde davranırım”, “şu ikisinden birinin yapmam gerekse, şunu yapardım,” Oysa seçmeyi farz etmek seçmek değildir. Bilinçlilik ve bilgelik kisvesi altında güven gösteri yapmaktan çekinmez varsayımlı hayatların failleri. Ama yetmez! Başkasının hayatını da konuşur! “Ben olsam, şunu yapardım, şunu gerçekleştirirdim.” Evet, beylik laflar sadece boşlukta dolanan bir hayat için kullanılır. Dünyevi koşullardan bağımsız, hayatın kalp atışlarının etki alanından uzak iddialar çok iddia taşır, ama o denli de sahici olmaktan uzaktır. Bir başka yürek adına sevmek olanaklı mıdır? Bir başka kafa yerine düşünmek? Hoş deyişler, yalnızca yaşantılardan önce ve sonra geldikleri için hoştur.
İşte böyle! Fakat bu donuk ifadeler, soyut değerlendirmeler ve ezbere kararlar için geçerli olsa da, belirli bir olay, olgu ya da durumla yüz yüze geldiğimizde veya onların sonuçları etkisini gösterdiğinde, karar vermenin hiç de sanıldığı denli basit bir “evet” ya da “hayır” olmadığını anlamaya başlarız. Üstelik verdiğimiz karar, beklenmedik sonuçlara yol açtığında, her bir kararın sayısız sonucu olabileceğini ve ne kadar önemsiz görünürse görünsün her bir kararın sonucunun yaşamımıza hayati bir etkisi olabileceğini acı bir şekilde öğrenmeye başlarız. Ne var ki, yaşadığı nice sıkıntı ve acıya rağmen, insanın yaşama tutunmasında eşsiz bir rol oynayan unutkanlık, kararlar konusunda iş başında olduğu zaman, bu kez bizzat insanın felaketi olur. Bu nedenle zaman zaman, özellikle seçeneklerin fazla olduğu durumlar ve yaşamımızın kritik meseleleri karşısında gerçekleştireceğimiz eylem tarzları konusunda kafamız karışır, elimiz titrer, gözlerimiz donuklaşır, “evet” ile “hayır” arasında gidip gelmenin bunaltıcı iç sıkıntısını yaşarız, ama genel olarak karar vermede pek zorluk çekmeyiz. Kaldı ki, bu durumlarda vereceğimiz kararlar konusunda girdiğimiz çıkmazların nedeni, vereceğimiz kararla neyi kazanacağımızı düşünmekten çok, neyi kaybedeceğimizi düşünüyor olmamızdır. Bu şekilde düşünmemizin temelinde ise, çoğunlukla –kesinlikle her zaman değil- seçeneklere ilişkin net bir bilgiden yoksun olmamız yatar. Bilgiden yoksunluk; hazır, formüle edilmiş, kodlaştırılmış bir bilginin olmayışı, bizi, kritik addedilen kararlardan önce, her bir seçenek üzerine enine boyuna düşündükten, ince eleyip sık dokuduktan sonra karar vermeye iterek olumlu bir rol üstlenebilir. Ancak bu tür kararlar, kararlarımızın oldukça küçük bir kısmını kapsar. Haliyle çoğunlukla herhangi bir tereddüt yaşamaksızın, kendimizden emin bir biçimde karar veririz. Hatta bu konuda çekingen davrananları, “kendini yeterince tanımayan”, “dünya görüşü net olmayan”, “hayata karşı duruşu belli olmayan” insanlar olarak etiketlendiririz.” Pekâlâ, ama hangi olayın, hangi durumun yaşama ne tür etkileri olabileceği konusunda nasıl emin olabiliriz? Önemli olmadığını düşündüğümüz kararların nelere yol açabileceğini ya da yol açacağını düşündüğümüz sonuçlar dışında başka önemli sonuçlara yol açmayacağını nereden biliyoruz? Her karar verme bir yolculuğun başlangıcı olduğuna göre, gidilecek yolun kendisi ile sonu hakkında hiçbir bilgimiz olmadığı sürece, neye dayanarak kafa karışıklığı yaşamadan rahat adım atabiliriz?
Öyleyse bir bilgiye ihtiyacımız var. Ama neyin bilgisi? Her karar, yaşamın içinde alındığına göre, bu bilgi en genel biçimiyle yaşama ilişkin bir bilgi olmalı. Kuşkusuz her insanın doğru ya da yanlış, yaşama ilişkin genel bir bakışı, bir bilgisi, bir dünya görüşü vardır. Bunu, içinde yaşadığı gelenekten, gittiği okuldan, dersini takip ettiği hocadan, diyalog kurduğu insanlardan, okuduğu kitaplardan, dinlediği müzikten, izlediği filmlerden, seyrettiği oyunlardan edinir. Ne var ki, bu genel bilgi, verdiğimiz kararlara bir şekilde etkide bulunsa da, bu kararların zaman zaman isabetli olmasına katkıda bulunsa da, pek yeterli olduğu söylenemeyecek bir bilgidir; çünkü her karar, diğerlerine benzemeyen, tek, biricik bir olay, olgu, durum, yaşantı karşısında verilir. Her doğru karar, içinde bulunulan durumun nitelik ve koşulları, verilecek olan kararın sonuçları konusunda doğru bir bilginin varlığını gerektirir. Bu türden bir bilgi ise, deneyimin insan için yadsınamaz önemini bildirir; çünkü deneyim, belirli bir durumda, belirli bir olay, olgu, durum ya da yaşantı karşısında edinilir. Deneyimin bilgisi, her şeyden önce teklere -tek tek şeylere- ilişkin bir bilgidir. Öyleyse deneyim, çoğunlukla bulanık da olsa, takip edilecek yolun az çok ne kadar sürdüğünü, nasıl olduğunu, ne tür zikzaklar çizdiğini, ne kadarının ne tür engeller taşıdığını, ne kadarının engebesiz olduğunu gösterecek bilgiyi veren önemli bir rehberdir. Ne yazık ki, her deneyim yeni bir deneyimdir. Ve her deneyim ancak yaşanması gereken yaşandıktan sonra deneyim adını almayı hak eder. Bu başka türlü de olamazdı; çünkü yaşam akış halinde olmasına rağmen, deneyim olup bitmiş bir olay, olgu ya da duruma ilişkin bir yaşantıdır. Yaşam, yaşananlarla birlikte yaşanacak olanları da kapsamasına rağmen, deneyim yalnızca yaşanmış olanlarla sınırlıdır. Yaşam sınırsız yaşantı olanağını barındırmasına rağmen, deneyim yalnızca geçmiş olan yaşantıları kapsar. Bu nedenle deneyim tüm gücünü, olup bitenlerin benzer olduğu, benzer nedenlerin benzer olay ve olguları yaratacağı, benzer olayların benzer sonuçlar doğuracağı varsayımından alır. Ne var ki, olup-biten hiçbir şey bir diğeriyle aynı değildir. Zaten her olup-biten tek ve biricik olduğu için dünyada bir yer edinir; çünkü tümüyle aynı iki şey yoktur. Tümüyle aynı iki şey birdir. Böyle bir durumda her biri tekliğini kaybeder ve birlikte bir olur. Tek ve biricik olan, diğerlerinden ayrıldığı için tek olur. Ne denli bir başkasına benzer olursa olsun, hiçbir olay, olgu, durum, yaşantı tamamen bir diğerine benzemez. Her birinin kendine özgü nedenleri, koşulları ve bileşenleri vardır. Hiçbir aşk bir diğeri gibi başlamaz, sürmez, bitmez; hiçbir acı bir başkası gibi varlığını hissettirmez; hiçbir ölüm aynı duyguları yaratmaz ve aynı yaşantıları doğurmaz… Aynı insan, farklı kişilerle farklı aşklar yaşar; aynı insan, benzer durumlar karşısında farklı yoğunluk ve şiddette acılar yaşar; aynı insan, tanıdığı farklı iki insanın ölümü karşısında farklı ağlar.
Ama tekillikler, olup-biten tekil şeyler niceliksel olarak sınırsızdır. Ne yaşanacak olanların ne de olup-bitenlerin bir dökümü ya da listesi çıkarılabilir. Yaşam sınırsız yaşantı, dünya sınırsız olay olanağına sahiptir. Bu olanak sınırsızlığı, hem deneyimin etki alanı hem de etkileme gücünü sınırlar. Yaşantı olanaklarının sayısı ile deneyimin gücü arasında ters bir orantı vardır. Yaşam yaşantı olanakları bakımından ne kadar zenginse, deneyim o kadar zayıf ve çaresizdir. Ve bu ilişkinin bedeli, insanın yanlış kararlar sonucu çektiği acılar olur. Bu nedenle her tür deneyime rağmen, hem insanlık tarihi hem de her insanın kişisel tarihi, insan ürünü, insanın verdiği yanlış kararların sonucu sancılarla yazılır. Öyleyse deneyim, her an yaşamın donuk, yoğun, katı, sert gerçekliğine çarpma tehlikesini taşır.
Ancak zayıf da olsa, bu büyük güç hala insan için vazgeçilmez bir nimettir. Deneyimin yaşamın katı gerçekliği karşısında zayıf olduğunu söylemek, onu küçümsemek, reddetmek anlamına gelmez. Bu belirleme, yalnızca onun göreli gücüne ilişkin bir tespittir. Deneyim insan için en önemli güçtür, ama yaşamın belirsiz sınırları karşısında zayıf kalan bir güç. Deneyimin göreli gücüne ilişkin bilinç, insanın her daim hiçbir ışığın baş edemeyeceği bir karanlığın ortasına terk edildiğine ilişkin bir bilinçtir. İnsan zayıftır, kırılgandır, çaresizdir ve bu nedenle trajiktir. İnsanın kendi gücüne olan büyük inancı, en küçük yaşantının yaratacağı beklenmedik bir sonuçla sarsılabilir ve bu sarsıntıyı hiçbir deneyim engelleyemez.
Yaşantı olanaklarının sınırsızlığı ile deneyimin sınırlılığı, insanı zamana muhtaç kılar. Deneyim zamandan yararlanmış olmayı, zamanın içinde fazla bulunmuş olmayı, zamanı eskitmiş olmayı, daha fazla zamanı geride bırakmış olmayı gerektirir. Ancak bu, kesinlikle gençlerin deneyim sahibi olmadıklarını imlemez. Deneyimli insan ibaresi, örtük bir biçimde deneyimsiz insanın varolduğunu bildirmez, yalnızca daha az deneyimli insanın varlığına işaret eder. Bu nedenle, yaşlılarla karşılaştırıldığında, gençlerin deneyiminin kapsamının daha dar olduğunu ya da belki de olabileceğini imler. Genç bir insan, yaşlı birine nazaran zamanı daha az yaşamış olduğundan, farklı nitelikteki olaylarla daha az yüz yüze gelmiş olan biridir. Ama bu, her yaşlının, her genç insana göre olaylar hakkında daha doğru yargılarda bulunacağına göndermede bulunmaz, yalnızca gençlerin yaşantılarının daha az olduğuna göndermede bulunur. Yaşlının yaşamı, yalnızca yaşantıların niceliği bakımından gencin yaşamından zengindir. Bunun ötesinde, yaşlılık ile yaşam arasında zorunlu hiçbir niteliksel ilişki söz konusu değildir. Ancak, zamandan göreli olarak daha fazla yararlanmış olan bir insan, potansiyel olarak daha isabetli kararlar verme imkânına sahiptir. Yaşlıların çoğunlukla, gençlerin hoş görülmesi gerektiğini düşünmelerinin temel nedeni de budur. Ama yaşlının deneyiminin, gencin deneyimi karşısında kazandığı niceliksel üstünlük, yaşantıların sınırsızlığı karşısında hiçbir anlam ifade etmez. Fakat bu yaşlılık düsturu, deneyimden öylesine yoksundur ki, yaşlılar durmadan gençleri “yaşlandırmaya” çalışıyorlar.
Öyleyse hem yaşamın yaşantı olanakları bakımından sınırsızlığı hem de insanın zamana dayanarak yaşaması, yaşamın akışı içinde her an kararlar vermek zorunda olan bir kâşif rolü oynayan insan için yegâne araç olan deneyimin elini kolunu bağlar.
Bu durumda, doğru kararlar vermenin olasılığını ya da isabetli kararların sayısını artırmanın yolu, mümkün mertebe deneyimlerinin sayısın artırmaktan geçer. Fakat insan zaman içinde yaşıyor, fakat zaman insanı kendi içine çeker. Haliyle yaşam içinde deneyimlerin niceliği zamanın sınırlarına tabidir. Deneyimlerimizin niceliği zamanın denetimindedir. Deneyim zaman gerektirirken, karar acil davranmayı gerektirir. Deneyim geleceğe, karar şimdiye ihtiyaç duyar. Peki, ama insan çaresiz midir? Yanlış kararlar vermek insanın yazgısı mıdır?
Sırf dünyaya gelmiş olmakla, sıkıntılarla boğuşmak zorundadır insan. Yaşamaya başlamak, sıkıntılarla mücadele etmeye başlamaktır. Bu bir yazgıdır; çünkü yaşamın özünden gelen, yaşamda kök salmış, ne yaparsa yapsın gideremeyeceği sayısız sorunla yüz yüze kalır. Hastalanır, sakat kalır, yaşlanır, sevdiklerini kaybeder, vicdan azabı çeker, hata yapar, yapmak istemediklerini yapmak zorunda kalır, istemediği olaylara maruz kalır… Ancak kesinlikle bu sorunlara uysal bir biçimde boyun eğmez. Sürekli çareler arar; her sorunla birlikte didinir durur. İşte bu çarelerin en önemlisi sanattır. Sanat insan-zaman bağını ters çevirir. İnsanı avuçları içine alan zamanı, insanın avuçları içine getirir. Akışkan zamanı dondurur, nesneleştirir. İnsan, olgusal olarak ancak geçmişe, şimdiye ve geleceğe bölerek nesne edindiği zamanı, sanat aracılığıyla bir bütün olarak nesne edinir. Sanat, geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir araya getirir. Sanat zamanı derler toparlar. Dolayısıyla zamanın olanaksızlığını olanaklı kıldığı gibi, zamanın olanaksızlaştırdığını da olanaklı hale getirir. Bir aşkın başlangıcını, sürecini, sonunu asla bir arada görmez insan; bir kararın alınışını, yol açtığı olayların gelişimini ve bunların bir kişiye yaşattıklarını hiçbir zaman bir arada bulamaz insan. Ama sanat bu üç aşamayı bir araya getirerek insanın gözlerinin önüne serer. Böylece sanat, deneyimin bizzat kendisi olur; çünkü yaşanmamış olanı yaşatır. Bir kadına, anne olmaksızın annelik duygusunu tattırır; âşık olmayan birine aşk duygusunu yaşatır; zalim olana merhamet duygusunu aşılar; paylaşmanın zenginliğini kazandırır; başkalarının acılarına kayıtsız kalmanın vicdan azabını yaşatır; yaşamın her türlü çatışma karşısındaki trajik boyutunu gösterir; kötüye maruz kalmayana, onun yıkıcı etkisini gösterir. Sanat, bu nedenle, deneyimlerimizi niceliksel olarak artırır ve olgusal olarak yaşanmamış olanı, yaşanmayacak olanı yaşatır ya da geç yaşanacak olanı erken yaşatır.
Sanatın bu gücü, Dilthey’in tespit ettiği gibi, tekil olanı, bireysel olanı nesne edinmesindedir. Ancak sanatın tekleri nesne edinmesi, tek bir olayı, olguyu, durumu gözlerimizin önüne sermesi, yalnızca teklere ilişkin bilgi verdiği anlamına gelmez. Sanat, Schopenhauer’in izi takip edilerek ifade edilirse, ideayı verir. Ama tekil/bireysel olan aracılığıyla... Bu aslında iki yönlü bir bilgilendirme etkinliğidir. Sanat hem ideanın bilgisini, özün bilgisini verir hem de belirli türden bir teke ilişkin bilgi verir. Aşkı işleyen bir sanat eserinin temel amacı, belirli kişilerin –karakterlerin- aşkını anlatmak değildir. Onun amacı, karakterlerin yaşadıkları aracılığıyla aşkı aşk yapan öğeleri, temel aşk yaşantılarını belirleyerek aşkın özünü vermektir. Ancak aynı zamanda karakterlerin aşkı aracılığıyla belirli nitelikte kişilerin, belirli koşullar içinde gerçekleşen aşklarının olası yaşantılarını, sonuçlarını verir. Başka bir deyişle, sanat iki kişinin aşkı aracılığıyla “aşk böyle bir şeydir”, “aşkın böyle bir yönü de vardır” der. Ama aynı zamanda, “şu şu niteliklere sahip kişiler arasında, şu şu koşullarda doğmuş olan bir aşk, şu şu şekilde sürer, şu şu şekilde biter ya da devam eder” der. Bu nedenle aşk hakkında bilgi verir, ama aşkın tarzları hakkında da deneyim kazandırır.
Öyleyse doğru karar vermenin en önemli koşulu olan sonucun bilgisini verdiği için sanat karar vermenin nihai rehberidir; çünkü zamanı dondurmakla sonucu önceden görmemizi sağlar. Neden ile sonuç arasındaki mesafeyi kısaltır ve böylece ikisini iyice yaklaştırır.
Bu durumda yaşam için kararların, karar için sanatın büyük bir önemi vardır. Bunu da yine en iyi bir sanat eseri gösterir bize. Hem sanata ilişkin bu yorumları destekleyen, hem de yazının nesnesi olan karar konusunu incelikli işleyen bir sanat eserine, Alejandro González Iñárritu’nun 21 Gram adlı filmine bakalım. 21 Gram. Pek önemsenmeyecek bir ağırlık. Eserdeki ifadelerle dile getirilirse, “yeni doğmuş bir kuşun”, “bir parça çikolatanın” ağırlığı. Ne var ki, insanın yaşamla bağını koparan bir ağırlık. Her insanın, yaşı, kilosu, boyu ne olursa olsun her insanın, ölürken kaybettiği ağırlıktır 21 gram.
Film oldukça ilginç bir kurguya sahiptir; birbirinden haberdar olmayan insanların karşılaştığı, bağımsız gibi görünen, ama her birinin neden ve sonuçları bir diğerini tetikleyen birkaç olaydan kurulur. Çok basit ve olağan bir kararla başlar olaylar. Arkadaşı Jack’ı, kulüpteki işinden atmaya karar vermekle çok sayıda insanın yaşamının yönünü hiç kestiremeyeceği bir biçimde çizdiğinin farkında değildi Brown. Hem işini kaybetmiş olması hem de bunu bir arkadaşının yapmış olması elbette Jack’ı rahatsız eder, gerginleştirir. Çektiği vicdan azabının etkisini biraz azaltmak amacı güden Brown’un önerisi üzerine bir yerde oturup onunla konuşmaya karar verir. Sohbetin, gerginliğini daha da artırdığı Jack, arkadaşından ayrılır kamyonetine biner ve doğum günü partisine bir an önce yetişmek için –aynı zamanda bir karar da olabilen- hız yapar. Karar yine beklenmedik bir şekilde sonuçlanır. Jack kamyonetiyle bir baba ile iki küçük kıza çarpar. Onları hastaneye yetiştirmeye çalışmak yerine, kaçmaya karar verir. Eşini ve iki kızını kaybeden Cristina, kocasının kalbini bir hastaya nakledilmek üzere bağışlamaya karar verir. Kalp nakliyle ölümden kurtulan Paul, kalbi kendisine bağışlayan kişiyi tanımaya karar verir. Ve böylece kalbini taşıdığı adamın karısına âşık olmasının yolu açılır. Paul ile Cristina birbirlerine âşık olurlar. Cristina’nın kocasının ölümüne neden olan Jack’ı öldürmeye karar verirlerken, Jack’de vicdan azabının ağır yükünden kurtulmak için kendisini öldürmeleri için Paul ile Cristina’ya gitmeye karar verir. Boğuşurlar, Paul yaralanır ve ölür. Bir basit kararın ardından gelen olaylar ve her bir olayda alınan yeni bir karar ve onların yol açtıkları sonuçlar…
Film ayrıca, her bir karakterin yaşamına bir şekilde etkide bulunduğu halde, bu olaylarla pek ilgisi olmayan, ama yine verdiği basit ve olağan bir kararla kendini trajik bir yaşamın kucağına atan Paul’un karısı Mary’ın kararlarının sonuçlarını işler. Mary, yaşadıkları geçimsizlik nedeniyle Paul’den ayrılmaya karar verir. Bu ayrılıktan sonra birlikte olduğu başka bir erkekten hamile kalmaya karar verir. Daha sonra onu sevmediğini ve ondan çocuk sahibi olmak istemediğini anlar ve kürtaj olmaya karar verir. Kürtaj gerektiği gibi sağlıklı bir biçimde yapılmaz. Mary, kendine göre bir dertten kurtulmaya çalışırken, bir daha hamile kalmak için ağır bir ameliyat geçirmek zorunda kalır. Ameliyat süreci devam ederken, Paul, Cristina’yı tanır, ona âşık olur ve Mary’i sevmediğini anlar ve onunla çocuk yapmamaya karar verir. Mary, artık tüm yaşamı boyunca çekeceği bir acının kucağındadır.
Genel olarak bu kararların nedenleri, süreci ve sonuçlarına odaklanan film, insanı yaşamın içine taşır. Yaşamın kararlar aracılığıyla nasıl tesis edildiğini, edilebildiğini gösteriyor. İçerik olarak, ne denli basit olursa olsun her kararın yaşamın tüm yönünü değiştirebilecek önemli sonuçlara yol açabileceğini oldukça açık ve keskin bir biçimde gösteriyor. Brown belki aldığı karar üzerine hiç düşünmedi, belki de kararının yalnızca Jack üzerinde kısa süreli bir hüzne yol açacağını düşündü. Ama bu basit karar, ne Borwn’un ne Jack’ın ne de başka herhangi bir insanın tahmin edemeyeceği bir olaylar silsilesine yol açar. Birçok insanın hayatını beklenmedik bir şekilde değiştirir. Birçok insanı ölümün kucağına atar. Birçok insanı birbirinden koparır. Jack, Brown ile oturmaya karar vermekle, belki yalnızca gerilimden kurtulacağını düşündü; hız yapmakla ya da yapmaya karar vermekle, belki yalnızca doğum günü partisine daha erken varacağını düşündü. Ne yazık ki bu kararla, daha büyük bir gerilimin, vicdan azabının içinde buluverdi kendini. Ve bir daha hiçbir partiye katılmayacak kadar yaşamdan koptu. Yaşam, bu kararla birlikte Jack için yalnızca büyük bir hücreye dönüştü. Jack, o kararla birlikte kendini ölüme teslim etti, ama birden çok ölüme. Birçok kez öldü Jack.
Mary, büyük olasılıkla yalnızca basit bir kürtaj kararı alacağını düşündü. Bunu yaparsa, hem Jack’e olan sevgisinin büyüklüğünü kanıtlayacağına hem de kendisi için daha mutlu bir yaşam hazırladığına inanıyordu. Ama bu kararla, yaşam Mary için, bir ölüm bekleme odasına dönüştü. Artık bir an önce ölmek, Mary için bir kurtuluş haline gelir. Paul kendine hayat veren kişiyi tanımaya karar vermekle, yalnızca merakını gidereceğini düşünür. Ama bu kararla kendi ölümünü hazırlar. Bu kararla, ilk kez birini öldürmeyi düşünmeye başlar, kavga eder, silahı eline alır, ama kendisi ölür. Paul’un kararı, ölüme giden kısa bir yol çizer ona.
Öyleyse film, hem seyirciyi, insanı karar kavramı üzerinde düşünmeye, karar hakkında daha ciddi olmaya, daha incelikli hesaplar yapmaya davet eder, hem de belirli koşullarda alınabilecek belirli kararların nelere yol açabileceğini gösterir. Hem epistemolojik bir iş görür, hem de yaşantılarla ilgili bir iş. Hem bilgi verir, hem yaşatır. Bu nedenle film, insanı bir an durup verdiği kararlar üzerinde düşünmeye davet eder. Seyirci ne Paul’dur, ne Brown’dur ne de Cristina. Ama her seyircinin yaşamı benzer bir duruma gebedir. Bu yüzden seyirci filmden, hem karar verme ediminin yaşamda taşıdığı önemi görür hem de bir insanı işten çıkarma kararını, bir kürtaj olma kararını, bir hız yapma kararını deneyimler. Film hem öz olarak karar vermeyi işler, hem de belirli bir kişinin ya da belirli kişilerin belirli kararların olası sonuçlarını gösterir. Hem ideayı, hem de tek ve biricik olanı gösterir. Öyleyse, sanat tekil olanı, bireyseli nesne edinmekle, ne özü gözden kaçırıyor ne de teki öz içinde eritiyor; yalnızca her birini bir diğerini daha saydam, açık ve net göstermek için kullanıyor.
Paul, Mary, Jack, Brown ve daha niceleri, her kararın yaşama yön veren bir edim olduğunu gösterir. Karar eylemin dışında değildir, eylemin bir öğesi, hem de tüm yönünü belirleyen bir öğesidir. Her eylem, yaşamın inşa edilmesinde bir basamaksa, her karar yaşamın temel malzemelerinden biridir. Sevdiğimiz insandan ayrılmaya karar vermekle, yalnızca basit bir şekilde bir birlikteliğin sonunu getirmiş olmuyoruz. Aynı zamanda kendimiz ve sevdiğimiz insan için yaşama yeni bir yön vermiş oluyoruz. Bu nedenle karar, yaşanmış olan belirli bir yaşam tarzına kapıyı kapatmak, ama aynı zamanda yeni bir yaşam tarzına da ardına kadar açmak anlamına gelir. Böylece bir kararla, yaşanacak olan yaşantılar da belirlenmiş oluyor. Öyleyse, her kararla, kendimizi yakıcı bir ateşin içine de atabiliriz, yeni umutlar üzerinde yeşeren bir hayata da bağlanabiliriz. Bir dakikalık bir süreç, yaşamı sürükler; bir dakika ya yaşamı yok eder ya da daha sağlam bir zemin üzerinde yeniden kurar. Karar ya öldürür ya da yaşatır; ya canlandırır, ruh verir, ya da solmasına yol açar, çürütür.
Öyleyse önemsiz karar yoktur. Her karar, iyi ya da kötü, yaşamla bağımızı kurar. Her insan aldığı her kritik kararla, kendini ölüme teslim edebilir. Ama kendini ölüme teslim etmek, intihar değildir, yavaş yavaş ölmektir. Ölüm anlık bir olup-bitme değil, bir süreçtir. İntihar, yaşamın içinde barınan ölüm değildir, ölümün kendisidir. Oysa kendini ölüme teslim etmekle, insan ölümü yaşamın için çeker. Bundan böyle yaşamak, ölümü beklemektir. Yaşam artık ölüm tarafından sürekli hırpalanarak varlığını sürdürür. Yaşam, ölüme doğru giden keskin ve yıkıcı bir süreç olur yalnızca. Ölümü bekleyerek yaşamak, belki ölmek değildir, ama yaşamak da değildir. Öyleyse her kararla, ya 21 gram kaybetmeye başlarız ya da umutlu bir yaşama kapıyı aralarız.
Ama başlamak yalnızca ilk olana, yeni olana göndermede bulunan basit bir sözcük değildir. Ölmeye değil, birden çok kez ölmeye işaret eder. 21 gramı kaybetmek, sıkıntılı bir süreç değildir, kaçınılmaz bir olguyla karşılaşmaktır. Karşılaşma anı, aynı zamanda tüm sıkıntıların yok olduğu andır. Ölmekle, ölüm bilincinden doğan acıdan da kurtulur insan. Oysa 21 gramı kaybetmeye başlamakla, bir sürece dâhil olur. Sonunu bilmediği bir yolculuğa çıkar. 21 gramı kaybetmeye başlamakla, hem yeni sıkıntı ve kederlerle boğuşmak zorunda kalır, hem de ölüm bilincinden doğan bunaltıcı acıyı daha şiddetli ve yoğun hisseder insan. Üstelik bu hissin kendisi de, ancak kaybedilmeye başlanan 21 gramın kaybedilmesiyle son bulacak olan bir süreci takip eder.